telkin yazan:
Özel eğitim kurumlarında en büyük gider personel maaşları olduğu söylenmektedir. Ancak kurumların bu personel maaşları giderleri resmi kayıtlarda incelendiğinde aylık gelirin %40'nı (maaş+ssk+stopaj) oluşturduğu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Aslında işin gerçeği personel giderleri en az %70'lik bir yere sahip olduğu anlatılmaktadır. Yani anlaşılan resmiyette bu kurumlar hep iyi kazınıyor görünmektedir. Personel giderlerinin resmiyette tam olarak gösterilmemesi kurumların sıkıntılarının bilinmesini engellemektedir. Bu maaş olayında birçok sektörün gerçek tutarların resmiyete yansıtılmadığı maliye bakanlığı tarafından tespit edilmeye devam ettiğini bildireyim. Aslında işverenleri suçlamakta haksızlık olur. Devletin bu anlamda çok büyük vergi ve prim yükü tüm özel sektörü bu usulsüzlüğe teşvik etmektedir. Aslında devlet bu durumu fazla düşünmüyor çünkü işveren gerçek maaşı resmiyette gösterdiğinde pirim ve vergilerle bu parayı tahsil ediyor, resmiyette yanlışlık yapanlardan da ceza keserek kasasına gireceği parayı her durumda tahsil ediyor. Bu konuda devletin işverenleri resmiyete teşvik edecek, işverenlerin vergi prim ssk giderlerini hafifletecek somut adımlar atması gerekmektedir.
Şimdi asıl konuya dönecek olursak maalesef bu maaş olayında fırsatçılık yapan personeller çoğunlukla duyulmaktadır. Zaten açılan bu kurslar hep personel ihtiyacını karşılamak hem de bu fırsatçıların önüne geçmek içindir. Bu durumun tam tersi olan bazı kurumlarında fırsatçılık yaptığı durumlarda duyulmaktadır. Bu konuda önemli olan orta noktada makul olan dengenin ve değerin bulunması gerekmektedir.
Sayın telkin,
Yazdıklarınız zaman zaman varlığından şüpheye düştüğümüz "devlet aklı"nın gerçekte var olmaya devam ettiğini gösteriyor. Durumun tespitinizde eksik hiç bir nokta mevcut değil. Bunu görmek devletin tebası için bir parça rahatlatıcı.
Öte yandan MEB sınırlarını da taşan analiziniz size daha önce sözünü ettiğim "mış gibi yapma", "kitaba uydurma" reflekslerimizin ahalinin ve devletin özel eğitim alanının ötesindeki tüm süreçlerde de devamlılığının da kanıtı.
Maaş ödüyoruz, rekabet koşulları altında ve arz talep dengesi içinde belirlenen bir büyüklük bu. Hiç bir şekilde bir değer ölçüsü de değil, rasyonel de değil. Ancak sektörün aktörleri bu büyüklüklerle karşılıklı bir anlaşma kurabiliyorlar, sektörde devam iradesinde iseniz, şöyle ya da böyle bu seviyelerle iş yapmaya da razı oluyorsunuz.
Sektördeki kurumlar sonuçta küçük sermaye yapılarına sahip, kişisel tasarruflardan ibaret öz kaynaklara yaslı küçük işletmeler. Bu tip işletmelerin çalışırlık modeli sadece bizim ülkemiz ve coğrafyamız için değil her yerde basitçe şu formulasyondan ibarettir; "3 birim gelirin 1'i devlete, 1'i çalışana, 1'i işverene!" Bu dengeyi koruyabildiğiniz sürece işletmenin sürdürülebilirliğinden az çok emin olabilirsiniz.
Gelgelelim bizim öznel durumumuzda işler pek böyle değil, 40.000 civarında çalışan mevcut, bu çalışanların kamudaki büyüklüklerle ücretlendirmesi (tüm vergi+sgk+kıdem vb. ile birlikte) durumunda bunun sektöre minumum maliyeti 135.000.000 TL. Oysa ki kurumların damga vergisi hariç ve kdv dahil aldıkları ödenek bunun altında. Öte yandan biliyoruz ki özel eğitim çalışanlarının ücret talebi en az kamudaki ücret seviyesinde, ortalamada da kamu ücretlerinin %20-30 üzerinde. Bu talep haklı bir talep; 30 saat yerine 40 saat, 5 yerine 6 gün çalışma, her seansta farklı bir bağlama geçiş zorunluluğu, özel bireylerin özel güçlükleri, rekabet nedeniyle veli memnuniyeti beklentisinin baskılaması vb. ek nedenlerle bizim çalışanlarımızın devlette sunulandan bir parça daha iyi bir ücretlendirme beklemesi işin doğasının gereği. Bunun üstüne kurumların ulaşım hizmeti giderlerini, kiralarını, elektrik, su, iklimlendirme, iletişim, temizlik, onarım, eğitim malzemesi, büro ve idari hizmetler giderlerini de eklerseniz problemin cesametini görmek mümkün oluyor.
Peki sihir nerede? Sihir dönüp dönüp kurumların üstüne ağır bir suçlama olarak yıkılan "mış" gibi yapmada! Devlet biliyor ki bu kurumlar "hileye" (hadi "hile-i şeriye" diyelim) başvurmadan bu döngüyü sürdüremez. Ama yine biliyor ki bunun kendisine bir maliyeti de yok. O halde görme"miş" gibi yapıyor. Ancak devlet sizin de yazdığınız gibi konunun son derece ayırdında olarak bunu cepte, sümenin altında tutuyor. Tabii ki bu durum ekonominin sadece bu alanında rastladığımız arızi bir durum da değil. Sektörler itibariyle farklı seviyelerde de olsa ülke ekonomisinin "dinamik" sayılan kesimlerinde baskın, başat karakter olarak sürüp giden bir durum. Bir arkadaşımın (kendisi YMM, eski hesap uzmanı) söylediği üzere ülkemizde bir işletmenin sürdürülebilirliği kuruluşunun 2. senesinden itibaren %20-25 büyümesine bağlı. Oysa ki toplamda %5-7 büyüyen bir ekonomik konjonktürde yer alan her işletmenin bu seviyelerde büyüyebilmesi olanaksız. Arkadaşımın ifadesine göre de 2. yaşını bitirmiş ve hala ayaktaki her işletme bir şekilde "hırsız". Bunun adı mali çevrelerde "vergi planlaması", "bilanço makyajı", "fiktif gider", "stok değerlemesi" vb. vb.
İşletmeleri, dolayısıyla ahaliyi "hırsız", "uğursuz", "harami" kılan bir devletin bundan ne avantajı olabilir? : Ahalinin vatandaş olma cesaretini kırmak! Ahali ve devlet arasında eşitten eşite ("peer-to-peer") bir ilişki talebini daha doğmadan boğmak! Hizmetinden sorumlu olduğu yurttaşlar yerine kendisine muti bir teba sahibi olmak!
Devlet toplum arasındaki güç ve iktidar mekanikleri son derece çetrefil ve sofistike. Bizim toplumumuz ve miras almış olduğumuz idari yapıların özgün tarihleri nedeniyle bizde bu sorun alanı daha da sıkıntılı. Dünyayla hizalanmak istediğimiz her durumda kendi farklılıklarımızın ne kadar da çok olduklarını sıkıntıyla görmemizin nedeni de burada.
Çare? Çare devlet olarak, toplum olarak, bireyler olarak "mış" gibi yapmamakla işe başlamak. Kuralların açık, şeffaf ve herkese ayrımsız olarak uygulanmasını sağlamak, kuralların adalete, hukuka ve en başta insan aklı ve doğasına mugayir olmamasına dikkat etmek. Devletin tüm bireylere, topluluklara, kurumlara eşit yakınlıkta olmasını sağlamak. Ahaliyi "suçluluk" kompleksinden kurtarıp "vatandaş" seviyesine çıkarmak, girişimci, çalışkan ve katılımcı olmasını teşvik etmek..
Aslında uzun, uzun yazmaya da gerek yok. Çare olarak geçtiğimiz günlerde İstanbul'da yapılan G20 Maliye Bakanları zirvesinde hükümetimizin ekonomiden sorumlu bakanı Sayın Ali BABACAN'ın çizdiği çerçeveyi okumamız yeterli. Yani aslında çareyi de biliyoruz. Bize gereken bir cesaret ile hamlemizi yapmamız.
Devletin öcü, ahalinin yaramaz çocuk olmadığı, birbirimizi terbiye etmeye değil, birlikte çalışmaya ve üretmeye başlayacağımız günlerin yakın olması niyazıyla,